Tengricilik ve İslam Hakkında Bazı Mülahaza ve Bilgiler, Türklerin Müslümanlaştırılması
TENGRİCİLİK VE İSLAM HAKKINDA BAZI MÜLAHAZA VE BİLGİLER, TÜRKLERİN MÜSLÜMANLAŞTIRILMASI
Tengricilik’e geçmek isteyen insana herhangi bir ritüel uygulanır mı? (örneğin Vaftiz, sünnet gibi)
Tengri inancı
kişilerin, devletlerin ve kurumların tekeline girecek "kurumsal" bir
din değildir. Bir kök dindir. Türklerin doğa ve yaşam ile edindikleri
tecrübelerin ve de tabii ki mitolojinin beslediği bir inançtır. Bir dine
giriş töreninin anlamı özünde şu olmalıdır; artık sen bedenini ve ruhunu 'dine'
bahşediyorsun, böylece sen artık bu din ile var olan bir varlıksın. Sen artık
sen değil; dindaşlarının bulunduğu koca bir yığının içinde uyum göstermeye
çalışan birisin. İslam'a göre "teslim olmuş" kişisin. Tengri inancı,
kurumsal olmadığı için insanları da yönetme gayesi asla taşımaz. Bu yüzden de
bu dine 'giriş-çıkış' törenleri yoktur, eldeki kayıtlar da böyle bir bilgi
vermemektedir. Nitekim böyle bir şey, Tengri inancının temel felsefesine ters
düşerdi.
Tengricilik tek tanrılı mı yoksa çok tanrılı bir din mi?
Bu sorunun yanıtı araştırdığım kadarıyla şöyle: Altay merkezli günümüz Türk Tengricilik'i bu soruya şöyle yanıt verir: Dinlerin çokluğu sonucu değiştirmez; Tanrı Bir'dir, fakat O'na giden yollar farklı ve çoktur. Bütün dinler Tanrı'nın dinleridir. Türk boyları arasında tek tanrıya odaklı Tengriciliğin çok eski bir geçmişi var. Bu inancın yazılı en eski izlerini M.Ö. 1050 yıllarında Çin'de egemen olan Çular’da görmekteyiz. Ruhlar, iyeler, kudaylar, göksel ve yersel enerjiler insanın kafasını karıştırıyor. Fakat yaklaştıkça sırrı açığa çıkıyor: Çokluğun arkasındaki nihai Tek'likten, külli akıldan, mutlak yaratıcıdan, bilinen ve bilinmeyen her şeyin birliğinden, hikmetten ve duygudan; kutsal doğadan söz ediyor. Mesela “Canlı” yaş ağaç dalının ateşe atılmasını yasaklıyor. İnsana kıymet veriyor. “Tanrı insanı yaratırken, onun kendisine benzemesini istedi.” diyor.
Tengri,
nasıl bir varlıktır?
Tengri sözcüğü
doğrudan çevrildiğinde "gökyüzü" demektir. Türklerin
"Bengü Tengri" Moğolların da "Möngke Tenger" dedikleri
Tengri; en çok "Sonsuz" sıfatı ile anılır. (Bengü: sonsuz) Haliyle
Tengri'nin en mühim özelliği bir başlangıcı ve de sonunun olmamasıdır.
Tengri dediğimiz yaratıcı varlık; yaratılmış her şey ile bir Birlik
teşkil etmiştir. İslam'a bu 'vahdet-i vücut' şeklinde geçmiştir. Bir çeşit panteizm
ögesi burada dikkat çeker; Tengri bütün varlıkların bünyesinde bulunan, bir
şekilde devam ettirici ve yaratıcı güçtür. Bu demek
oluyor ki Tengri'yi semavi dinlerdeki gibi insandan ve varlıktan ayrı bir yerde
konumlamak yerine; içimizde, taşlarda, suda, ölülerde, dağlarda, gökte
bulabiliriz.
Tengricilik
din midir?
Hayır, tam
olarak bir din olarak tanımlanması yanlıştıe. Tengricilik, ulusal bir inançtır;
bir ulusa aittir. Bu yüzden de bu inanç, ulusun benlik hislerine, kimliğine, mitolojisine,
düşünce tarzına, örf adet ve geleneklerine ve en önemlisi diline ayrılması çok
zor bir şekilde kazınmıştır. Tengriciler inanç sistemlerine "dinler-üstü" demektedirler;
ancak literatürde eski bir Türk dini olarak geçer. Fakat Tengricilik ümmet
fikrine elverişli değildir, zira bir kök dindir. Başka
yerden alınmamış, kökten gelen bir yapılanma olduğu için, kökten gelen birliğe
ihtiyaç vardır.
Tengricilik’te
‘vahiy’ kavramı var mıdır? Peygamberi var mıdır?
Vahiy, TDK'da
şöyle tanımlanır: "Bir buyruk veya düşüncenin Tanrı tarafından
peygamberlere bildirilmesi." Öncelikle Tengri inancının peygamberi
yoktur. Çünkü "Tanrı ile insan arasında bir elçiye gerek yoktur;
insan sürekli iletişim halinde olduğu Yaratıcı ile doğrudan konuşabilir."
O halde özetle; peygamberlik olayı olmayan bir dinden vahiy gibi bir şey
beklemek doğru olmaz. Kamlar (şamanlar) Tanrısal bilgiye ulaşma konusunda daha
çok sezgisel zekaya sahip olduğu için, insanlara Tanrıya dair bilgiler
verebilir. Ancak bu bilgiler bir kanun hükmü taşımaz; kam denen kişiye peygamber
gözüyle bakılmaz ve kam dediğimiz kişiler olmadan da Tengricilik devam
eder. Bu din ise insanların doğa ile etkileşimleri sonucu ortaya çıkmış olup
mazisi tarih öncesi devirlere değin uzanıyor. Elde yazılı kaynak olmadığı
için bunu saptamak zor.
Tengricilik
ile Şamanizm aynı mıdır ?
Şamanizm diye
adlandırılan inanç, özel güçleri olduğu varsayılan bir kişinin kamın, şamanın
merkeze alındığı ve onun etrafında şekillendiği bir anlayıştır. Türk
kültürü, Tengri inancı kam unsurunu da barındırır. Ama bu durum bütün bir dini
felsefenin "Şamanizm" olarak adlandırılmasını gerektirmez. Böylece
Tengri inancı basite indirgenmiş olur. Halbuki Tengri inancına göre “Kamlar
günlük hayata müdahale eden ve sürekli sahnede olan kişiler değillerdir.
Yalnızca olağanüstü durumlarda ortaya çıkarlar ve tiyatral bir tören
düzenleyerek o olağanüstü halin duygusal seviyesine ulaşır ve böylece felaketin
nedenini ve ona karşı alınacak tedbirleri sezerler.”
Tengricilik
ile İslam’ın ile ters düştüğü nokta nedir?
Öncelikle,
Tengri inancının yalnızca İslam ile değil bütün dogmatik dinler ile zıtlık
oluşturduğunu söylememiz gerekir. İnsanların hayatını, Tanrı ile konuştuğunu
iddia eden kişilerin kontrol etmesini; insanların kullaştırılmasını, dinler
arası rekabeti ve dinlerin siyasi malzeme olarak kullanılmasını, insanların din
ve mezhep gözeterek bölünmesini, kendisi gibi inanmayan kişilerin cezalandırılacağını
içeren dinlerin saldırganlıklarını Tengricilik kesinlikle reddeder. Bu reddetme
sözel bir karşı çıkış değildir, Tengri inancı yukarıda zikrettiğimiz şeyleri
bünyesinde barındırmayarak tepkisini koyar. Bu bağlamda cihat anlayışı olan,
insanları teslimiyetçi kılan, Tanrı'dan korkmayı öğütleyen, kötülüklerin
cezasının 'öteki alemde' verileceğini bildirip kişilerin sorumluluk duygusunu
gevşeten bir din özde Tengri inancı ile yakın ve bağdaşır görülemez. Bizim
görüşümüzce resmi tarih kitaplarında okutulan "Türklerin eski dini ile
İslam çok benzer idi, bu yüzden Türkler kolayca Müslüman oldu" cümlesi
gerçek manada bir safsatadır. Bunu ilk defa Kuteybe bin Müslim’i
araştırınca gördüm. Bu konuda
pek fazla bir şey bildiğimiz söylenemez. Çünkü Türklerin Müslüman oluşuyla
ilgili olarak ne okullarda, ne tarih kitaplarında ayrıntılı bilgi verilmez. Verilen
bilgilerden ise sanki İslam'ı duyan-dinleyen Türklerin akın akın Müslüman
oldukları ima edilir. Bu gerçek değildir. Gerçeğin bilinmesi istenmez. Bu geçiş
ile birlikte Türklerin asıl Türklüklerini kaybetmesi süreci başlamıştır.
Öncelikle konuyu iki aşamada incelemeyi gerek gördüm. İlk önce Türklerle
Araplar arasındaki savaşlardan bahsedeceğim. Ardından bu savaşların Türklerin
İslamiyet’e geçmesinde ne tür bir rolü vardır bundan bahsedeceğim. Arapların
Halife Ömer ve Halife Osman dönemindeki hızlı fetih hareketleriyle İslam
devleti 636 yılında Kadisiye’ye, 637 yılında Celula’ya, ve 642 yılında İslam
tarihine “fethu’l-fütuh” yani “fetihlerin fetihi” olarak geçen nihavend savaşı
sonrasında, Sasani hükümdarı Yezdicerd’in kaybetmesiyle İran’a hakim oldular.
İşte bu gelişmelerden sonra maveraünnehre ulaşan İslam ordusu, Türkler ile
karşılaştı. O sırada Buhara, Semerkand, Beykend, Toharistan, Talekan gibi
birçok bölgede çoğunlukla Türkler yaşamaktaydı. Bu bölgelerde yapılan savaşlar
için İslam kaynaklarında “Türkler ile Yapılan Savaşlar” tabiri geçmektedir.
Arapların arka arkaya fetihler gerçekleştirdiği bu dönem, Türkler için çok zor
ve çalkantılı bir dönemdi çünkü Türkler zaten güçsüz bir durumdaydılar. O
dönemde Köktürk Kağanı İlig Kağan, Çin’e mağlup olmuştu ve devlet bölünmüştü. Böylece
Köktürklerin doğu toprakları Çin’in hakimiyetine girmişti. Batıdaki Göktürk
hakimiyeti ise 658 yılında son bulmuştu. Sonraki 50 yıllık süreç esnasında
Türkler, bir imparatorluk kuramasalar da toparlanmaya çalışıyorlardı. Bu
sebeple Araplar, Türkler ile giriştikleri çarpışmalarda genelde galip gelmiş ve
tabiri caizse ezici bir üstünlük kurmuşlardı. Türklerle Araplar arasındaki
mücadele öyle 3-5 yıl süren kısa bir şey değildi. Zira Türkler birçok defa
isyan çıkarmış ve Müslümanlaşmayı reddetmişlerdi. Bu yüzden de bir çok Emevi
hükümdarı, birçok Arap lideri Türklerle savaşmış ve yeri geldiğinde katliamlar
yapmıştı. Ancak bu esnada karşımıza çıkan en büyük düşman Kuteybe bin Müslim
idi. Kuteybe M.S 705-706 yılları arasında 6. Halife Velid devrinde Horasan
valiliğine atandı ve ana hedefi, bütün Türk topraklarını İslam sancağına
katmaktı. Ve o dönemde Türkler az önce bahsettiğim gibi epey dağınık bir
durumdalardı, ancak Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasında bir iki tane Yabguluk
kurabilmişlerdi ama tam bir devlet teşkilatı oluşmamıştı. Bu yüzden de Kuteybe
kendine oldukça güveniyordu. Kuteybe fetihlerine ilk önce Türklerin yaşadığı
Beykend ile başladı ve “Tarih-i Buhara” kitabında yazdığına göre ordularına,
“…Gidiniz ve Beykend’i yağmalayınız. Onlarını kanlarını ve mallarını size helal
kıldım.” dedi. Yine bu esnada Türkleri Araplara karşı direnmek için kışkırtan
bir gözü kör ama epey zengin olan bir adamın kendi canı karşılığında “Ya beni
öldürmeyin size her biri bir milyon değerinde olan bin tane ipek kumaş
vereyim.” dediği ama Kuteybe’nin, onca mala mülke rağmen bu adamı yine
öldürdüğü, işte o kadar da davasında samimi bir adam olduğu söyleniyor.
Halbuki burada şu gözden kaçmakta, Kuteybe bu adamı öldürdüğünde zaten tüm
malına ve mülküne el koyacak. Yani tam tersi…bu islam tarihi kitaplarında da(
ki bunları Müslümanlar yazmıştır.) Beykend gazasında epey bir ganimet
toplandığı ve bu ganimetin de askerler arasında bölüştürüldüğü ve onca kadından
altından sonra askerlerin gaza geldiği ve başka bölgeleri de fethetmek istediği
dolayısıyla zaten epey bir kıyım yapıldığı yazmaktadır. Ki Emevi devri
incelendiğinde zaten herhangi bir bölgeyi İslamlaştırmak olmadığı, tam tersi
olabildiğince sömürmek olduğu anlaşılacaktır. Bakıldığında İslamiyet dünyayı
iki şekilde görmektedir. “Darül İslam” yani İslam bölgesi ve “Darül Harp” yani
savaş bölgesi. Cuma namazı kılınmayan her bölge potansiyel bir savaş
bölgesidir. Bu yüzden de İslamiyet, tüm dünyayı tek bir İslam sancağı altında
toplamayı en temel görevlerden birisi olarak görmektedir. İster gaza ister
cihat deyin isterseniz de fetih deyin fark etmez. Bu tüm dünyada da böyledir
zaten. Yalnızca İslamiyet’te olan bir şey değildir. Bütün devletler, bütün
imparatorluklar; yağmalayacak, hazineyi güçlendirecek ve de toprakları
genişletecek ihtimaller gördüklerinde bunu kullanıyorlar. Bu amaçla Batı da
Osmanlı da Doğu da herkes gücünün yettiğine saldırmıştır. Yani bakıldığında
İslamiyet’te Osmanlı da dahil kılıç hakkı denen bir şey vardır. Örneğin Fatih,
İstanbul’u fethettiğinde 3 gün boyunca yağma yapılmıştır. Tarihte bunun gibi
bin tane daha örnek bulmak mümkündür. Aynısını Batı da yapmıştır. Batı galip
geldiğinde Doğu topraklarını, Doğu galip geldiğinde Batı topraklarını
yağmalamıştır. Halka eziyet ve benzeri birçok olay yaşanmıştır. Bu tarih
boyunca yaşanmış bir sirkülasyondur. Uzun lafın kısası, kimse sütten çıkmış ak
kaşık değildir. Tarihte insanların Müslamanlığa yakıştıramadığı olayların ana
kaynağı Emevilerdi. Emeviler, “Emevi Zihniyeti” diyebileceğimiz ırkçı bir
görüşe sahiplerdi. Onlara göre Araplar en üstün ırktı ve Müslüman olsanız dahi
eğer Arap değilseniz, ikinci sınıf vatandaş görülüyordunuz. Bu sebeple de
Emeviler tıpkı daha önce İsrailoğullarının “Biz en üstün ırkız, Tanrı’nın
seçtiği ve kutsadığı bir milletiz.” Diyişi gibi herhalde özenmiş veya yarışmak
istemiş ve kendilerine en üstün ırk vasfını yapıştırmışlardır. Bunu en ufak bir
İslam tarihi kitabı okumuş olanlar zaten bilirler. Yani Emevilerin İslam’ı
siyasi bir amaç için kullandığını varsaymak çok da yanlış olmaz. Yani Emevi
devrine bakıp İslam düşmanı olmak bence doğru bir hareket olmaz. Ancak bir
yandan da tabii Kuran’ın bu kadar anlaşılması zor ya da yoruma açık bir kitap
olması ve savaş ile alakalı ayetlerin ya cihat yapmak ya da savunma amaçlı
kullanılabiliyor olması bir problemdir. Neticede Emeviler ister başka amaçlarla
olsun, sonuç olarak Kuran’ı kullanmışlardır. Yani İslam öyle yoruma açık bir
dindir ki kimisi İslam’a bakıp inzivaya çekilip ibadet ediyor, hayatını Allah’a
adıyor, kimisi ise kafa kesip cihat yapıyor. Madem ki İslamiyet hoşgörü dini ve
dinde zorlama yok o halde 706 ve 707 yılları arasında Ramisene ve Numeşkes
bölgelerinde binlerce Türk’ün niye katledildiği, niçin ganimet yağmalandığı ve
onca kadının niçin söylemeye bile dilin varmayacağı şeylere maruz kaldığı bir
sorulmalıdır. Ancak bu soru İslamiyet’i bu şekilde kullananlara olmalı.
İslamiyet’in asıl şekli nedir? Suç siyasi amaçla İslamı kullanan Emevilerde
midir yoksa suç, Kuran’ın çok yorumlanabilir olması mıdır? Belki de her
ikisidir. Kim bilir. Yine Şuman, Kiş ve Nesef gazalarında Türkler ile
savaşılmış, binlerce kişi öldürülmüş, epey bir esir toplanmış ve ganimetler
yağmalanıyorken kadınlar da cariye yapılmış. Ne amaçla cariye yapıldıklarını
sanıyorum ki söylemeye gerek yok. Ardından da Harezmiler ile savaşıyorken 4000
civarında esir idam edilmiş. Ve 708-709 yıllarında Buhara’yı fethetmeye
çalışıyorlarken bir yandan Ezidiler dediğimiz savaşa dahil olmak istemeyen ve
“bizi bırakın gidelim, biz savaşmak istemiyoruz.” Diyen bir grubun da tamamen
savaşa zorlandığı ve katledildiği İbn’ül Esir gibi kaynaklarda dahi
yazmaktadır. Görüldüğü üzere Kuran’daki ayetler hiç de savunma amaçlı
anlaşılmamış. Ve bu insanlar Arapça bilmeyen, “orada onu demek istemiyor
aslında şunu demek istiyor” demeye ihtiyaç duyan insanlar değiller. Basbayağı
kitabı öyle anlamışlar. Ha dersek ki, Emeviler din düşmanıydı, onlar Müslüman
değillerdi ve onlar İslamiyet’i kullandı. O halde Emevi devrinde toplanan ve
yazılan onca hadis ve rivayet ne şekilde ele alınmalı ya da o dönemdeki Emevi
din adamları ne kadar güvenilir bu da bir tartışma konusu. Peygamberin
hayatıyla ve Kuran’ın çoğaltılması ile ilgili bilgiler Emevi döneminden gelmektedir.
O halde bunlar da değiştirilmiş, spekülasyona maruz kalmış olabilir. Hatta bazı
kesimler şunu dahi söylemekteler: Araplar bir imparatorluk kurmuşlardı ve bunun
da en kolay en süslü kılıfı dindi. Bu yüzden de bir din uydurmuşlardı. Buradaki
uydurmayı sakın ola kafadan sallama olarak algılamayın. Her dinin bir ortak
çıkış noktası, mitolojisi, bağlam yeri vardır. Tabii ki bunlar çıkarımdır,
rivayettir. Bu yüzden de kesin tarihi bir çıkarım gibi asla bakılamaz.
Kuteybe, Türk
topraklarını fethediyorken bazı Türk beyleri de Kuteybe ile beraber diğer Türk
topraklarına saldırmışlar. Buna göre hainlik yapan bazı Türk beylerinden
bahsetmek de mümkündür. Kimileri daha az zarar görmek ve kazanan taraftan olmak
ve eşimize çocuğumuza da bir şey olmaz mantığı ile Araplara biat etmiş.
Kimileri ise elimizden bir şey gelmiyor yakın duralım yeri geldiğinde de bir
isyan çıkarır bağımsızlığımızı elimize alırız demişlerdir. Mesela Nizek Tarhan
adındaki Türk beyi bunlardan biridir. Nizek en başında Kuteybe ile beraber yürümüş,
ama daha sonra fırsatını bulduğunda, Kuteybe’ye karşı isyan çıkarmış ve bu
sayede yıllar boyunca Kuteybe engellenmiştir. Kuteybe bin Müslim'in emriyle boynu vurularak öldürüldü. Taberi,
Belazuri, Dineveri ve İbnü'l-Esir'den naklen şunları yazar: "Haccac
Kuteybe'ye, Nizek'i öldürmesini emrediyordu. Kuteybe, bunun üzerine Nizek'i
yanına çağırdı ve boynunu vurdu. Başını Haccac'a gönderdi.” Kuteybe bin Müslim Nizek Tarhan'ın çocukları dahil ailesi ve
silah arkadaşlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce insanın boynunu vurdurdu.
Bir rivayete göre ise boynu vurularak öldürülen insanların sayısı 12.000 idi. Tarih-i
Taberi kitabından bir alıntı yapayım. Kuteybe Müslamanlara bağırarak şöyle
seslendi: “Ey Müslümanlar, nere dönüyorsunuz? Düşmanın bozulduğunu görmüyor
musunuz? Bir saat daha sabredin.” Dedi. Sonra şu buyruğu verdi: “Her kim
Türklerden bir baş getirirse ona yüz dirhem akçe veririm.” Böylece Araplar,
Türklerin başını kesip getirdiler ve yüz dirhem akçe aldılar. Türkleri
dağıttılar, sayısız kırdılar ve hesapsız mal ve ganimet alıp yine döndüler.
Buradaki her kim ki bir baş getirir ona yüz dirhem akçe
veririm muhabbeti, diğer kaynaklarda da yazmaktadır. Yine Nizek de epey
namertçe bir şekilde öldürülmüştür. Nizek kaleye sığınmış ve Araplara karşı
savaşıyordu. Savaş öyle uzamıştı ki, Kuteybe Nizek’e bir elçi gönderdi. Barış
yapalım ve konu kapansın şeklinde ikna etmek için bir taktik uyguladı ve
haberci olarak gönderdiği Süleymen Nasıha da eğer onu ikna edemezsen senin
kelleni alırım şeklinde söylemde bulundu ve tehdit etti. Haberci Nazik’e gider
ve ikna etmeye çalışır. Nazik ise “Beni öldürmeyeceğini nereden bileyim?” der.
Haberci ise “öyle bir şey olmayacak yemin etti” der. Yoğun ısrarın sonucunda
Nazik görüşmeyi kabul eder. Kuteybe, “ailendeki önemli insanları ve komutanları
da çağır tam anlamıyla bir konsey yapalım.” Diyor ve Kuteybe hepsini zincire
vurduruyor. Ardından da Halifeye mektup gönderiyor. Ne yapalım, öldürelim mi
şeklinde. Halife de “öldür” diyince Kuteybe, herkesi Nazik’in gözü önünde tek
tek öldürüyor, ailesi ve yakınları bir bir katlediliyor ve yazdığına göre orada
toplam 700 kişi bu şekilde idam ediliyor. Bundan sonra da bölgeye sahip
oluyorlar.
Sonuç olarak onca katliam, eziyetten sonra Türkler kılıç
zoruyla Müslüman olmuşlardır diyebiliriz. Ama bu bütün Türk halkının zorla
Müslüman olduğu anlamına da gelmez. Yine Tarih-i Buhara kitabında şöyle bir
ifade geçmektedir: “Her seferinde Buhara halkı Müslüman oluyor, ama Araplar
geri dönünce tekrar irtidat(bir Müslümanın islam dininden çıkması) ediyorlardı.
Kuteybe üç defa onları Müslüman yapmıştı ancak her seferinde dinden dönmüş,
kafir olmuşlardı.” Yani ilk kuşaklar olmasa da ikinci ve üçüncü kuşaklar kendi
istekleri ile İslamiyet’e geçmiş olabilir. Ancak Türklerin günümüzde İslamiyeti
tam olarak yaşayıp yaşamadığı tartışmalıdır. İslam devletleri, hatta IŞİD
Türkleri günümüzde dahi Müslüman olarak görmüyorlar, gerçek İslamı
yaşadıklarını kabul etmiyorlar. Bunun aynısını Türkler için de geçerlidir.
Türkler Müslümanlığa kendi istekleriyle geçtiğinde dahi İslam’ı kendi Türk
inançları ile sentezlemişlerdir. Günümüzde yapılan kurşun dökme, üç kere
tahtaya vurmak, su dökerek uğurlama gibi daha birçok inanç eski Türk
geleneklerinden, Tengriclik’ten gelmektedir. Türklerde İslam ülkelerinin
İslam’ı yanlış yaşadığını sıkça dile getirirler. Benim takıldığım nokta ise
doğumundan beri Kuran’ı Arapça bir şekilde öğrenen, konuşan, ve Kuran’ın zaten
kendi tarihinden çıkan bir grup, İslamiyet’i yanlış anlıyor. Ama bizler daha
Fatiha’yı bile ezberleyemiyorken ya da besmelenin dahi Türkçe karşılığını
bilmiyorken kalkıp onlar bilmiyor, bunlar gerçek İslam değil diyoruz. Bunun ne
kadar doğru olduğu elbette tartışmalıdır. Gerçek İslam nedir, başlangıç
noktasında nedir, şuan ki noktada nedir, değişmiş midir, çıkış noktası Sümerler
midir? Bunlar hep tartışmalı konular. Ayrıca başka bir yazımda ise Sümerlerin
aslında Türk olduğunu belgeleri ve kanıtları ile yazmak istiyorum.
A.ARDA AKDÜZ
Jean Paul Roux'un Türklerin ve Moğolların Eski Dini; Günnur Yücekal Arpacı'nın Gök Tanrı İnancı'nın Bilinmeyenleri, Nikolay Şodoyev'in Altay Bilik'i, Ludmila Egorova'nın 'Töre' makalesi, Abdullah Manaz'ın Türk Takvimi, Fuzuli Bayat'ın Türk Şamanlığı, Tarih-i Buhara, tengriciturkiye.blogspot.com, İbnü'l-Esîr, "El Kâmil Fi't-Tarih" Tercümesi, 4. Cilt, Bahar Yayınları, 1991, s. 464-515İbnü'l-Esîr, "El Kâmil Fi't-Tarih" Tercümesi, 5. Cilt, Bahar Yayınları, 1991, s. 37-38Ebû Cafer Muhammed bin Cerîr'üt-Taberî, "Tarih-i Taberî", Sağlam Yayınevi, 4. Cilt, 2021, s.232-289Ebû Bekr Muhammed b. Ca’fer en-Narşahî, "Târîh-i Buhârâ", Çevirmen: Erkan Göksu, TTK Yayınları, Ankara, 2013, Sayfa: 70-75Atatürk, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, 6. Baskı, 2016, s.28Annemarie Schimmel, İslam'ın Kısa Tarihi, Alfa Yayınları, 1. Baskı, 2019, s.75Ahmet Taşağıl, "Göktürkler I-II-III", TTK Yayınları, Ankara, 2012, Sayfa: 354-359İsmail Hami Danişmend, "Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur? (Türklük ve Müslümanlık)", Burak Yayınları, İstanbul, 1994, Sayfa: 182-191.Ahmet Yaşar Ocak, “Türkler ve İslamiyet: Türklerin Müslümanlığı Tarihine Dair Bir Sorgulama”, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Bolu, 2013, Cilt: 13, Sayı.Hakkı Dursun Yıldız, "İslâmiyet ve Türkler", İlgi Kültür Sanat Yayınları İstanbul, 1980.Prof. Dr. Zekeriya Kitapcı, "Türkler Nasıl Müslüman Oldu?", Yedi Kubbe Yayınları, 1. Baskı, 2004.
Yorumlar
Yorum Gönder