Duygusal ve Fiziksel Yorgunluğun Gölgesinde: Bir İnsan Halleri
Bir noktadan sonra, hayatın anlamı bir sis gibi dağılmaya başlar. Tüm renkler soluklaşır; kahkahaların yankısı bile kesik bir fısıltı olarak kalır geride. Yalnızca, yaşam denen bu karmaşık sahnenin içinde istemsiz bir seyirci gibi oturur insan. İçinde ne olduğunu tam olarak tanımlayamadığı bir boşluk, etrafını saran dingin ama acımasız bir durgunluk vardır. Ne konuşulan sözlere karşı bir heyecan, ne yapılan işlere karşı bir heves kalır. Bir zamanlar yaşama dair ne varsa, silikleşmiştir sanki. Gülüşler rol, sesler yankısız, renkler cansızdır artık. Sanki her şey bir illüzyondur ve insan, hayatın gölgesinde dolanan bir yabancı gibi kalır.
Zihninde eski günlerin neşesiyle yankılanan sesler vardır; bir zamanlar bu bedenin enerjisini, bu kalbin coşkusunu hissettiği günler… Ama şimdi, onları hatırlamak bile yorucu bir çaba gibi gelir. Küçük şeylerden keyif almanın nasıl bir his olduğunu unutmuş gibidir insan. Sabahları uyanmak, kahve kokusuyla güne başlamak, gündelik sohbetlere dâhil olmak ve sadece durup gökyüzüne bakmak bile... Tüm bunlar eskiden kolay ve anlam doluyken şimdi bitmeyen bir çabaya dönüşmüştür. Dışarıya sunulan yüz, iç dünyada kopan sessiz fırtınalarla çatışır durur. Hayatın bu acımasız oyunu, insanı kendine karşı bir rol oynamaya zorlar.
Bu yorgunluğun ortasında, özlem duyulan bir tek varlık vardır. Bir kişi, tüm bu karmaşanın içinde sakin bir liman, karanlıkta parıldayan bir yıldız gibidir. Sevgiliye duyulan özlem, bir insana tüm varlığıyla tutunma ihtiyacının en yoğun haliyle dışa vurumudur. Herkes ve her şey uzak, soğuk ve bulanıkken yalnızca onun varlığıyla anlam kazanır hayat. Bir anlık bakış, sıcacık bir ses tonu ya da basit bir "Nasılsın?" sorusu bile o dayanılmaz ağırlığı hafifletebilir. Onunla geçen zamanın verdiği huzur, diğer tüm karmaşayı bastırır. Yalnızca bir kişinin varlığı, tüm dünyanın yükünü hafifletebilecek bir ilaç gibi gelir insana.
Ama o yokken her şey çırılçıplak kalır, tüm gerçekliğiyle insanın karşısına dikilir. Bir başınalığın zorluğu, içsel bir yüzleşmeye dönüşür. Bazen o yüzleşme, aynada kendine baktığında karşına çıkan yorgun bir çift gözde, bazen gece uykudan uyanıp boşluğa dalarken yaşanır. Uyku bile, bu ruh halinin bir yansıması olur; parça parça ve huzursuz. Gece ne kadar uzun sürse de insan tam olarak dinlenemez, uyuyabilse bile zihni uyanıktır. Gecenin sessizliği, zihinde yankılanan bin bir soruyu ve o tanımsız ağırlığı taşıyamaz hale gelir. Her sabah, yeni bir umut yerine, yeniden aynı ağırlıkla uyanmak zorunda kalır insan.
Gündüzleri, uykuya dalmanın zorluğunun yerini, yaşama katılmanın zorluğu alır. Basit görevler bile bazen içinden çıkılmaz hale gelir. İştahsızlık, bedensel yorgunluğun bir başka göstergesidir. Yemeğin bile tadı kalmaz; sanki her lokma, hayatın sıradanlığına bir isyan gibidir. Bu sıradanlık içinde sevdiği şeylere tahammül etmek zorlaşır, hatta bazen sevgi dolu küçük anlar bile yorucu gelmeye başlar. Yalnızca tek bir kişi, bu donuk anların içinde insana sıcak bir dokunuş gibi gelir.
Bu duruma bir çözüm bulmak zordur. Çoğu zaman insanlar, “Geçer,” der, ama içsel boşluk böyle basit bir umutla dolmaz. Çözüm, aslında insanın kendine dönüp içinde bir şeyleri anlamaya çalışmasında yatar. Ancak duyguları tanıyıp kabul etmek, her zaman kolay değildir. Bazen bu, içsel bir sorgulama sürecini başlatır; sevgiye, huzura, anlam arayışına dair sorular içinde büyür. Fakat her şeye rağmen, küçük bir umut her daim vardır. Belki de sevilen bir kişinin varlığını hissetmek, küçük bir teselliyi sunabilir. Sevginin varlığı, ruhun en derin yorgunluklarını hafifletebilir, en suskun acılarına bile bir iyileşme sağlayabilir.
Belki de çözüm, bu kısır döngünün içinde kendine duyduğun güveni bulmaktan geçer. Belki sevgilinin varlığı, her şeyin içinde kaybolan ışığı geri getirir, belki de yalnızca kendinle yüzleşmenin cesaretini verir. Bu süreç, insanı değiştirir, büyütür; en derin duygularla baş başa kalmanın gücünü ve o duyguların seni ne kadar güçlü yapabileceğini gösterir. Her şeye rağmen sevgiye, huzura ve kendini anlamaya doğru küçük bir adım bile, bu yorgun ruhu iyileştirmenin başlangıcı olabilir. Belki de böylesine yorgun ruhlar, her şeye rağmen kendilerini yeniden bulmanın, kendi karanlıklarında bir ışık yaratmanın ne kadar büyük bir başarı olduğunu anladıklarında, o küçücük adımların ne denli kıymetli olduğunu da görürler. Kendine duyulan güven, sevdiğinden gelen huzur ve destekle beslendikçe içindeki kısır döngü de yavaş yavaş kırılmaya başlar. Zamanla, eskiden görmezden geldiğin duyguların üstüne gitmenin, en kırılgan yanlarını kabul etmenin aslında ne büyük bir cesaret olduğunu fark edersin. Ve belki de bu farkındalık, hayatın her anında sana yeniden deneme gücü verir. Bu döngüden çıkmanın sırrı, o küçük adımları sevmek, o adımları atabilmenin ne kadar güçlü bir seçim olduğunu hatırlamaktır.
Ve bu denemeyi Jean-Paul Sartre'nin bir sözü ile bitirmek istiyorum. "Hayatta hiçbir şey olmamışsa bile, umut etmeye devam etmek zorundayız."
A.ARDA AKDÜZ
Yorumlar
Yorum Gönder